Yönetim Kurulu Üyemiz Doç. Dr. Şule AKKÖSE AYDIN, TTB'nin düzenlediği ‘Cinsel Şiddet Sonucu Oluşan Gebelikler ve Kürtaj’ başlıklı çalıştaya katıldı. Sonuç bildirgesini okumak için tıklayınız.

27.12.2012

22. 12. 2012 tarihinde TTB Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu Ankara Tabip Odasında ‘Cinsel Şiddet Sonucu Oluşan Gebelikler ve Kürtaj’ başlıklı bir çalıştay düzenlemiş ve derneğimizi de davet etmiştir. Bu çalıştaya derneğimizi temsilen Doç. Dr. Şule Akköse Aydın katılmıştır. Çalıştayda çeşitli illerin tabip odası temsilcileri ve Acil Tıp Uzmanları Derneği, Adli Tıp Uzmanları Derneği ve Türk Jinekoloji Derneği gibi uzmanlık dernekleri temsilcileri yer almışlardır.

Cinsel ve/veya fiziksel şiddete maruz kalan kadın ve çocukların büyük ölçüde acil servisler yoluyla sağlık kuruluşlarına başvurduğu gerçeğinden hareketle acil serviste çalışan hekimlerin cinsel ve/veya fiziksel şiddet ile ilgili bilgi sahibi olmaları gerektiği, bu tür durumlarla karşılaştıklarında izleyecekleri yol ve belki de daha önemlisi şiddete uğrayan ve herhangi bir nedenle bunu ifade edemeyen kadın ve çocukların ortaya çıkartılmasında önemli bir rol oynadıkları belirtilmiştir.

Çalıştay aşağıda yer alan sonuç bildirgesi ile sona ermiştir.   

   

 Doç. Dr. Şule Akköse Aydın

      ATUDER YK Üyesi

 

Cinsel Şiddet Sonucu Oluşan Gebelikler ve Kürtaj

Tecavüz, cinsel bir edim olmayıp kadınların ruhsal ve bedensel varlığına yönelmiş bir cinsel şiddet suçudur.

Tecavüz, her zaman somut delille ispatlanması  mümkün olmayan bir suç biçimidir. Öyle ki, savcılık, başvuru yapan her 100 kadından 96'sının şikâyetini işleme koymayarak tecavüz davası açmamaktadır. Zaten hem mahkeme heyeti hem de yakın çevresi tarafından yargılanma korkusu ve ispat yükümlülüğü nedenleriyle tecavüze uğrayan kadınların büyük çoğunluğu savcılığa gidememektedir.

Tecavüze uğrayan kadın davası açılana kadar en az 17 kez polis, doktor, savcılık, adli tıp arasında gidip gelmek zorundadır. Türkiye'deki adalet sistemi tecavüze uğrayan kadınları, psikolojilerinin bozulmuş olduğunu ispat yükümlülüğü ile baş başa bırakmakta, başlı başına bir suç olması gereken tecavüzün kanıtını kadının bozulan ruhsal bütünlüğünde aramaktadır.  

Adli Tıp Kurumu 2,5 yıl sonrasına dahi randevu verebilmekte, ruhsal bütünlüğü bozulan kadınlar tecavüzü ispat edebilmek adına bazen randevu tarihine kadar psikolojik tedaviyi dahi reddetmek zorunda kalmaktadır. Adli Tıp Kurumu’nun travma sonrası stres bozukluğunu 1 yıl sonra teşhis edilebileceğini iddia etmesi nedeniyle raporlama işlemi çok uzamaktadır.

-          Aksi yöndeki AİHM kararlarına rağmen üniversiteler tarafından oluşturulan bilimsel raporların kabul edilmemesi,

-          Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınması konusundaki “ısrarın” sürmesi,

-          Adli Tıp Kurumu’nun  işleyişi ve örgütlenişindeki aksaklıklar,

-          cinsel şiddet kriz merkezleri açılmayarak mağdurların işlemlerinin tek elden ve bir defada yapılmasının sağlanmaması,

tecavüze uğrayan kadınların daha fazla mağdur olmasına yol açmaktadır.

Bütün bu aşamaları geçerek sonunda açılabilen birçok tecavüz davasında suçlular değil kadınlar yargılanmakta, davalar beraat ile sonuçlanmakta, tecavüz mağdurları “rızası vardır” kararıyla yeniden travmatize edilmekte, kadınlar zarar görmekte, erkek failler cesaretlendirilmektedir.

Tecavüz vakalarında adaletin kadınların aleyhine işlemesi ve faillerin serbest kalmalarında erkek egemen adli sistemin rolü yadsınamaz. Mahkeme süreçlerinde kadınların yargılanması, hayatlarının didiklenmesi, "rıza aranması" bu erkek egemen baskının sonucudur.

Öte yandan bununla bağlantısını göz ardı etmeksizin,

-          hekimlerin adli süreçler ve hekim sorumluluğu konusunda yeterince bilgi sahibi olmaması,

-          hukukçuların delil toplanması süreçlerini titizlikle izlememeleri,

-          kolluk birimlerinin görevlerini, sorumluluklarını yerine getirmemiş olmaları,

-           savcıların kolaylıkla ve gerekli araştırmayı yapmadan takipsizlik kararı verebilmeleri,

davaların kadınların aleyhine sonuçlanması ve faillerin cezasız kalmasına neden olmaktadır. Böylece kadınlar tekrar tekrar aynı tramvayı yaşamaktadırlar. 

Tecavüz sonucu gebelik mevcutsa, durum kadınlar için çok daha ağır seyretmektedir. Türkiye’de tecavüz sonrasında gebeliğin sonlandırılacağı yasal sınır 20 haftadır. Tüm dünyada tecavüze uğrayan birçok kişi damgalanacağı, suçlanacağı, daha sonra kuracağı ilişkilerde bu nedenle zorluklar çekeceği ve bazen de ülkemizde ve birçok ülkede olduğu gibi ‘namus cinayetlerine’ kurban gidebileceği, öldürüleceğini düşünerek bu olayı bildirmekte zorlanmaktadır.

Bu nedenle kadınlar 20 haftaya az bir zaman kala tecavüzün nişanesi olan ve ‘tecavüz tümörü’ olarak da adlandırılan bu gebeliğin sonlandırılmasını istemektedirler. Oysa tıpkı doğal afetlerde, bombalama vb. terör olaylarında olduğu gibi mağdurların ACİL tıbbi ve hukuksal yardıma ulaşmaları sağlanmalıdır. Tecavüz olaylarında sağlık ve hukuk kurumlarında bürokrasinin yavaş seyrine yer yoktur.

Ülkemizde kürtaj konusunda gelinen noktayı da dikkate alarak, şimdilik kürtaj sınırının 10 hafta olduğunu, ancak hekimlerin, devletin yetkili ağızları tarafından "kürtajın cinayet olduğu" söylemiyle kürtaj yapmama baskısı altında bırakıldıklarını biliyoruz. Hal böyleyken, tecavüz mağdurlarının kürtaj istemleri karşılanamamakta, gerek güvenli kürtaja erişimin kısıtlanması, gerekse konu hakkında yetersiz bilgilenmenin de sonucu, kanun maddesinde hâkim veya savcı izni gerekmediği halde hakim izni beklenerek mağdurların gebelikleri 10 hafta, hatta 20 haftayı  geçebilmektedir.

Tecavüzle meydana gelen gebelik sonrasında doğuma zorlanan kadınların ruh sağlığında ortaya çıkan bozulmalar uzun zamandır biliniyor. 40 hafta boyunca travmatik olayı sürekli hatırlatacak bir bedensel değişimle yaşamaya zorlanmak, tecavüz sonrası ortaya çıkan bebeğe ‘annelik’ yapmasını beklemek kadınların ruh sağlığını giderek bozmakta, kadının kendisine ve bebeğine zarar verme olasılığı olan ciddi ruhsal hastalıklara yakalanmasına yol açabilmektedir.

Bu nedenlerle, tecavüz ve takip eden gebelik sonucu ortaya çıkan ağır ruhsal travmaların istenmeyen gebelik süreçleri dikkate alınarak acilen ruh sağlığı uzmanları tarafından değerlendirilmeleri, travmanın etkilerine yönelik destekleyici tedaviler almaları sağlanmalıdır.

Doğum sonrasında ise anneler tecavüz sonucu doğan bu bebeklerle yeterince ilişki kuramamakta, bebeğin duygusal gelişimi için gerekli olanı ilgi, şefkat ve bakımı gösterememektedir. Sonuç olarak, kadınların istemedikleri gebelikler sonucu doğurmaya zorlanmaları hem kendi ruhsal sağlıklarını bozmakta hem de doğacak bebeğin ruh sağlığını tehdit etmektedir. 

Açıktır ki, fetüsün dışarıda hayatını kısmen sürdürebilecek gelişimsel seviyeye geldikten sonra  gebeliğin sonlandırılması, tıbbi etik açısından dikkatle ele alınması gereken zor bir konudur. Dünyadaki birçok gelişmiş ülkede gebeliğin sonlandırılması için kabul edilen yasal sınır dolduktan sonra, (1) gebeliğin annenin bedensel sağlığını ciddi şekilde tehdit etmesi, (2) fetüste yaşamla uyuşmayacak ya da normal bir yaşamla bağdaşmayacak ileri anomalilerin olması ve (3) gebeliğin ilerlemesinin annenin ruh sağlığı üzerine yıkıcı hatta ölümcül etkilerinin olması durumlarında psikiyatristler, hukukçular, adli tıp uzmanları ve kadın doğum uzmanlarından oluşacak bağımsız bilimsel ve etik kurullar gebeliğin sonlandırılıp sonlandırılmayacağına dair kararlar almaktadır. 

Ülkemizde, tıp ve hukuk profesyonellerinden oluşan bağımsız bilimsel ve etik kurulların bulunmayışı önemli bir eksiklik olarak önümüzde durmaktadır.

Bu çalıştay; tecavüz vakalarında önemli görev ve sorumlulukları bulunan hekimlerin, hukukçuların ve konuya etik açıdan yaklaşacak profesyonellerin uyumlu, bilimsel, bilgili ve sorumlu yaklaşmalarının esas olduğu düşüncesinden yola çıkarak;  adaletin mağdurlar lehine işleyebilmesi için bilgiyi ortaklaştırmayı, koordineli bir çalışmanın nasıl sağlanabileceğini tartışmayı, varsa profesyonellerin çatışma alanlarını ve kör noktaları saptamayı amaçlamaktadır.

 

YAZARLAR


AYIN MAKALESİ