Demokrasiler insanlığın varabildiği en iyi yönetim biçimi olarak kabul ediliyor. Bunun tartışmaya açık yönleri olduğu muhakkak. Sık sık değişik vesilelerle bazı çarpıklıklar dile getiriliyor.Tabii bu eleştirilerin magazin yönü de aklımızda kalıyor.Mankenle çobanın oyu gibi. Sonuçta, birçok yönetim biçimine göre demokrasilerin bazı avantajları var. Öncelikle değişime açık bir süreç.Yani, yönetimi beğenmiyorsan bunu değiştirebilirsin. Çoğunluğun bu görüşte olması şartıyla. Ancak, bu çok da kolay olmuyor. Birçok yerde sözde demokrasiler geçerli. Özellikle etrafımızdaki bazı ülkelere baktığımızda seçimlerin nasıl manipüle edildiğini, bazılarının seçimi sürekli, üstelik %90 gibi oranlarla kazandığını görebiliriz.
Demokrasilerde eşit oy hakkı önemli, bazıları aksini iddia etse bile. Dolayısıyla seçilebilmek için bütün kitleleri ikna edecek, her kesime hitap edecek çalışmalar yapmanız gerekiyor. Ülkemizde demokrasi geçmişimizin çok parlak olduğu söylenemez. Ülke yönetiminde olduğu kadar, kurumlarda uygulanan demokrasi de oldukça sabıkalı. Son yargı reformundan önce “Al gülüm, ver gülüm.” misali oluşturulan kast sistemi bunun canlı tanığıydı. Sistem değişti, ama hâlâ sorunlar var. Birçok kurum için aynı şeyleri söyleyebiliriz. Ancak bu, üniversitelerde çok farklı bir uygulama alanı buldu. Bu konunun çok daha iyi irdelenmesi gerekiyor. Çünkü üniversiteleri yöneten-yönlendiren en temel kural üniversitelerdeki seçimlerdir.
Üniversitelerde seçimler demokrasi adına yapılıyor, ancak nereden bakarsanız bakın, tutunacak hiçbir dal yok. Rektörlük seçimleri üniversitelerin tüm politikalarını belirleyen asıl unsur gibi. Üniversitelerin menfaatleri, gelecek planlamaları tamamen bu seçimlerin gölgesinde kalıyor. Rektörlük seçimleri dört yılda bir yapılıyor. Bu seçimlerde öğretim üyeleri oy kullanıyor. Peki kim bu öğretim üyeleri? Rektörlüğün kadro açıp yerleştirdiği kişiler. Yani rektörler seçmen atama hakkına sahip. Hiçbir demokraside, en basit demokrasilerde bile asla seçmenleri siz belirleyemezsiniz. Bu, seçim ruhuna tamamen aykırıdır. Ancak üniversite gibi en üst düzeyde yapılacak seçimlerde rektörler seçmenleri belirleyebiliyor.
Peki bunun sonuçları ne? Öncelikle her rektör (Genel ifade olarak söylüyorum, istisnalar vardır.), bir sonraki seçim için kadrolaşmaya başlıyor.Verilen ilanları takip ederseniz fazla söze hacet yok. Öyle özel şartlar konuyor ki evlere şenlik. Bu şekilde hızla artan, şişirilen üniversite kadroları… Bilimsel ihtiyaca göre değil seçmen ihtiyacına göre. Üniversite kadrolarındaki büyümeler incelenirse bu gerçek hemen fark edilir. Ana bilim dallarının içeriği değiştiriliyor. Seçimde destek olmayanların, bu şekilde tasfiye edilmesi yoluna gidiliyor.
Öğretim üyelerinin en önemli özelliği seçmen olmaları. Yani hangi bilimsel başarıya imza attığı, bilimsel çalışmaları, üniversiteye katkıları değil. Bu neyi getiriyor? Yanlışların üzerine gidilemiyor. Çünkü yanlış yapanların oy potansiyeli önemli. Küstürmemeniz gerekli. Önümüzde seçim var. Bu şekilde hizmet kalitesi arttırılamıyor, zaten kimsenin de umurunda değil. Önemli olan kaç seçmen olduğu. Dahası, oy vermeyenlere ince kıyım hareketi, bezdirme politikası, üniversiteden kaçırma çabası. Çünkü oy vermeyecek.Yaptığı güzel çalışmalar, bilimsel katkılar, öğrencilere sunduğu önemli hizmetler, araştırmalar, yayınlar... Kim takar? Kime oy verecek, o önemli!
Ya yöneticiler, neye göre atanıyor? Liyakat en son sırada. Önce destek verenler. Kapasitesi, ne yaptığı ne yapabileceği önemli değil. Gelecekteki tek planlama, seçim galibiyeti. İkinci dönemse, yani rektörün ikinci dönemiyse ne oluyor, sonraki dönemin dizaynı. Tabii yeni rektör adayları da önceki yönetimde görev alanlar; dekanlar, yardımcılar, başhekimler. Tafsilata girmedik ama içerik çok daha kötü.
Bir seçim sisteminin üniversiteyi ne hale getirdiğini görmek için ne gerekiyor? Ya da hiçbir demokratik seçim modelinde seçenlerin aday tarafından atanamadığını anlamak için.
Kaç idareci geldi geçti? Niye kimse bunu fark etmiyor?
Prof. Dr. Başar CANDER
Bu makale Medimagazin de yayımlanmıştır