Sevginin dili olur mu…?... Bilmem ki… Belki vardır. Ama bize öğretmediler.
Bize ne mi öğrettiler…?...Söyleyeyim:
Zor oyunu bozar…
Ciddi ol…
At binenin kılıç kuşananın…
Hakkını yedirme… Söke söke al…
Kendini ezdirme… Kendini kullandırma…
Gemisini kurtaran kaptan…
Yol verilmez alınır…
Altta kalanın canı çıksın…
Düşme… Düşenin dostu olmaz…
Mahkemede dayın olsun…
…………………………………………… Daha bundan çok var...
Bunların hepsi bana şiddeti, zorbalıkla da olsa işine geleni yaptırmayı, yalnızca kendini düşünmeyi hatırlatıyor…
……………………….
2004 yılında nasip oldu. Bir Amerika ziyaretimiz oldu. En ilgimi çeken 3 şeyi sırala deseniz herhalde ‘Garsona bahşiş vermek, yayalara yol vermek ve insanların sıraya girmesi’ derdim...
İki market kasası düşünün birisinin önünde 20 kişilik sıra var. Birisi boş. Amerikalı (En azından benim gördüklerim) sıraya giriyor. Bırakın araya girmeyi, boş olan kasa çağırmadan gitmiyor...
……………………….
Yakınlarda bir gün acilde çalışıyorum. Saat akşam 20.00 civarı. Oldukça yoğun bir akşam. İki ayrı odada iki resüsitasyonu aynı anda yapıyoruz. Bir anda dışarıda çığlıklar koptu. Birileri hakaret ederek bağırıyor. Hastayı stabilize edip kıdemli asistana devrettim. Dışarı çıktım.
Çok kalabalık. Herkes bir şeylerle meşgul...
55–60 yaşlarında orta halli bir Anadolu kadını. Yanında 20 yaşlarında bir bayan. Belli ki kızı ya da gelini. Yanına gidip neden bağırdığını sordum.
Dert; ‘Kimsenin kendisi ile ilgilenmemesi’ imiş…
Hastasının nesi olduğunu sordum. ‘Dört beş gündür boğazı ağrıdığını, birkaç hastaneye gittiğini ancak faydası olmadığını bunun üzerine bizim hastaneye geldiğini’ öğrendim.
Kendisine şu anda daha acil hastalar olduğunu bir miktar beklemesi gerektiğini söyledim. Ancak bayan daha yüksek bir sesle bağırmaya başladı. Bunun üzerine hanımefendiyi alıp resüsitasyon odasına soktum. Bu hastanın daha acil olduğunu söyledim.
Bayanın cevabı şu idi: Olabilir beni ilgilendirmez. Lütfen önce benim işimi görün…
……………………………….
Ben anlayamıyorum. Bu insanlara neler oluyor…
Sevgi nerede, aşk nerede, şefkat nerede, fedakarlık nerede, yardımseverlik nerede…
Komşusu aç iken tok yatamayan-lar nerede…
Cephede, Kurtuluş Savaşı’nda bebeğinin kundağında mermi taşıyan fedakar anneler nerede…
*********
Geçenlerde hafta sonu Kahramanmaraş’a Mado’ya kahvaltıya gittik (Buralarda moda)... İçeri girerken dikkatimi çekmemişti. Çıkışta herhalde karnım doyduğundan (!) olsa gerek bir taş kolon dikkatimi çekti. Üzerinde ‘Sadaka Taşı’ yazıyordu. Arabayı çalıştırmış olmama rağmen tekrar inip taşı inceledim…
Evet evet… Gerçekten de dümdüz bir taş… Üzerinde bir miktar çukurluk var. Çok değil birkaç asır önce ,şu anda DNA’larını taşıdığımız insanlar parasız kalan, ihtiyacı olan insanların ihtiyacı kadar kullanması için böyle bir sistem geliştirmişler. Şifresiz, PİN kodu olmayan, dokunmatik açılmayan sosyal bir gerçekliğin ifadesi…(Fotoğrafını çektim. İsteyene gönderebilirim.)
********
Bir akşam oturmasındayım… Her zamanki gibi doktorun olduğu her yerde sağlık problemleri konuşulur. Konu bir anda tam gün yasasına geldi. Hali ile insanlar bana öğretim üyelerine ulaşmakta sorun yaşadıklarını bu problemi nasıl aşabileceklerini soruyor. Ben de bildiğim kadarı ile cevap veriyorum…Benim (Acil hekimi olmam münasebetiyle) muayenehane gibi bir kaygım olmadığından rahatım. Bunu da herkes biliyor…
Uzaktan bir tanıdık. Yarı tehditkâr, yarı intikamkar, yarı saldırgan bir tavırla:
‘Ama sizin gibi profesörler de deveyi hamudu ile az götürmediler. İyi oldu sizlere!..
Salonda buz gibi bir hava…
Ne diyeceksiniz….
Evet ben bir şeyler söyledim. Ama bu yazının formatına uymadığından yaz (a) mıyorum…
Bize neler oldu. Neden gerginiz. Neden birbirimizi sevmiyoruz. Her gün bir acil çalışanının darb edilmesi haberini dinliyoruz. Kılımız bile kıpırda (ya) mıyor…Neden…
Bundan 10–15 yıl önce acil sağlık hizmetleri gerek hastane öncesi gerekse hastane içi daha kötü idi. İmkanlar daha az idi. Az mı ambulans olmadığından hasta öldü. Az mı hastane kapılarında yatırılamadığından hastalar madur oldular. Az mı parası olmadığı için birçok hasta tedavi olamadı… İlaç alamadı. Allah devlete millete zeval vermesin. Devlet hastaneleri özel hastane gibi. Tüm özel hastanelerin kapısı herkese açık. Hem de sonuna kadar. Üniversite hastaneleri tam kapasite çalışıyor. Devlet sağlığa devasa bütçeler ayırdı-ayırıyor…
Çok değil 6 yıl önce Hacettepe’nin acilinde doçentlik imtihanına girdik. Acil serviste 150 gün (Evet evet yazım hatası yok 150 gün) bekleyen (Daha doğrusu yatan) hastalar vardı. Kendi şehrim için söylüyorum 7–8 yıl önce günde 8–10 ambulans şehir dışına çıkarırdık. Şimdi yılda 1–2 ancak. O zamanlar bu kadar sağlık personeli darb edilmiyordu. Peki, neden sağlık personellerini darp oranı arttı…
Hani Yunus Emreler, hani Aşık Veyseller, hani Nene Hatun’lar………….
Bir çikolata reklamı var. Eminim seyretmişsinizdir. Yolda motosikletli bir grup. Dışı sert içi yumuşak…
Düşmanlarına karşı heybetli…Güçsüze, fakire, yetime fakir fukaraya ve dostlarına karşı bir o kadar şefkatli olanlar nerede… Neden bize denk gel (e) miyor…
Belki de suç bizde…Ne malum…
*********
Bir gün babama (Allah rahmet eylesin) devletin her ambulansta bir doktor çalıştırdığını, 24 saat ne zaman ararsanız eve kadar doktor dahil bir sağlık ekibi gönderdiğini üstelik bunun için de herhangi bir ücret talep etmediğini söylemiştim…
İlk aşamada söylediklerimi tam anlayamadı. Uzun süre yüzüme anlamsız ifadelerle baktıktan sonra ‘Gerçekten ben şimdi hastayım diye telefon açsam eve gelirler mi?’ Diye hayret etmiş, kendisini de tam ikna edememiştim…Onun yetiştiği yıllarda (Çok eski değil. Babam 63 yaşında vefat etti.) doktora yetişmek hele de bu kadar kolay yetişmek bir hayaldi. Benim bir kardeşim kızamığa bağlı febril konvüzyondan ölmüş…Doktora ancak ölümünden sonra götürebilmişler. Ben 3 defa febril konvüzyon geçirmişim…
Hasılı insan elindekinin kıymetini bilmeli…Yoksa gider…